10 ARALIK İNSAN HAKLARI GÜNÜ BASIN AÇIKLAMASI

 

BASINA VE KAMUOYUNA

İnsanlığın, savaşlardan çıkardığı dersler sonucu, dünya yok olmasın, insanlar öldürülmesin diye hazırlanan ve 10 Aralık 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile devletlerin insan haklarından yana tavırları olumlu yönde değişmiş, izleyen yıllarda bağlayıcı nitelik taşıyan uluslar arası sözleşmeler ve bunların yansıması olan devlet kanunlarıyla da bir insan hakları mevzuatı oluşmaya devam etmiştir. Ancak arzulanan ve hedeflenen, insan onuruna yaraşır bir yaşam idealine ulaşma yolunda ne yazık ki insan hakkı ihlalleri halen yaşanmaktadır. İnsan Hakları Komisyonu olarak, farkındalığımızı dile getirmek ve bu ihlallerin giderilmesi yönünde her daim takipçi olacağımızı ifade edebilmek amacıyla bugün kamuoyuyla birkaç meseleyi paylaşmayı yerinde buluyoruz.

7 Kasım 2012 itibariyle yürürlüğe giren 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, her ne kadar Uluslararası Çalışma Sözleşmeleri dikkate alınarak yapıldığı söylense de yürürlükten kalkan eski kanunların tekrarı olmaktan öteye geçememiştir. Sendika temsilcileri ile ilgili hükümlerde getirilen iyileşmeler karşısında grev ve lokavt yasakları, işkolu esasına ilişkin hükümler büyük çoğunlukla korunmaktadır.

Ülkemizde çalışma hayatına yönelik son yıllarda yeni kanunlar çıksa da, 2013 yılı bütçesi görüşmelerinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından, Türkiye'de günde 172 iş kazasının meydana geldiğini ve her gün 3 kişinin yaşamını yitirmesinin yanı sıra 6 kişinin de iş göremezlik raporu aldığı açıklanmıştır. İş Güvenliği uzmanları ise ülkemizde her 8 saatte 1 işçinin iş kazasından dolayı öldüğünü söylemektedir. Bu rakamlar da gösteriyor ki ILO’ya göre işçi ölümlerinde maalesef Avrupa birincisi olan ülkemizin Çalışma Hakkı ile ilgili olarak halen büyük yol kat etmesi gerektiğini göstermektedir.

Ülkemizde son yıllarda yaşanan hak ihlallerine sessiz kalmayan sivil toplum örgütleri, meslek odaları ve insan hakları aktivistleri yaptıkları basın açıklamaları sonrasında cezai yaptırım tehditleriyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu basın açıklamaları, özellikle hükümetin uygulamalarıyla ilgili olduğu takdirde soruşturma süreçlerinin hızlıca yürütüldüğü ve kovuşturmanın aynı hızda tamamlanmadığı bir süreci yaşamaktayız. Ancak sivil toplum örgütleri ve meslek odalarının İnsan hakkı ihlalleri karşısında sessiz kalmama ve bu surette toplumu bilinçlendirme sorumlulukları göz ardı edilmemelidir ve örgütlenme ve ifade özgürlükleri korunmalı ve gözetilmelidir.

Yine insan hakkı ihlalleri karşısında sessiz kalmama ve toplumu bilinçlendirme ödevindeki ve toplumun haber alma ve bilinçlenme hakkına aracılık eden basın mensuplarının cezai soruşturma ve tehditlerine maruz kalması ülkemizin dikkat çekici sorunlarından biridir. Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin açıkladığı verilere göre; yetmişi aşkın basın emekçisinin tutuklu olması, binlerce gazetecinin haklarında açılmış davaların gölgesinde mesleklerini icra etmeye çalışması, ne adil yargılanma hakkına ne de ifade özgürlüğü ile bağdaşmaktadır. Bu koşullar, ülkemizde basın özgürlüğünün tüm basın mensuplarınca hakkıyla kullanılamadığı bir platform oluşturmaktadır. Demokratik bir Türkiye için özgür bir basının zorunlu olduğu gerçeğinin unutulmaması talebindeyiz.

İfade özgürlüğünün eğitim özgürlüğü ile kesiştiği bir nokta olarak da tutuklu öğrenciler meselesi geçtiğimiz yıl yine insan hakları konusunda ele almamız gereken bir noktayı oluşturmuştur. 31 Ocak 2012 tarihi itibariyle toplam 2824 öğrenci cezaevlerinde olduğu Adalet Bakanlığı’nca açıklanmıştır. Bir soru önergesi ile TBMM’ye sunulan meseleyi cevaplayan Adalet Bakanlığı’na göre, bu öğrencilerden 1778'i tutuklu, 1046'sı ise hükümlüdür ve tutuklulardan, 609'u da Türk Ceza Kanunu 220/6'da yer alan silahlı terör örgütü üyesi olmadan örgüt adına faaliyet göstermek suçuna dayanarak tutuklanmışlardır. Hükümlü öğrencilerin 178'i de aynı maddeden hüküm giymiştir. Sembollere ya da söylemlere kalıplaşmış anlamlar atfederek, ifade özgürlüğüne ket vurulması suretiyle başta eğitim hakları olmak üzere hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılan bu öğrencilerin durumu ne yazık ki ağır insan hakkı ihlali olarak tanımlanabilecek bir durumdur. Eğitim hakkının deneyimlendiği süreçte kurulmaya çalışılan bu baskı rejimi, özgür düşünceyi yok eden bir eğitim sistemini davet etmekte ve siyasi alanı toplum yaşamından silme sürecine götürmektedir. Böylece öğrenciler için yaratılan bu siyasi tutukluluk şekline bir son verilmeli başta ifade özgürlüğü değerleri ön plana alınarak olaylar değerlendirilmelidir.

İfade ve düşünce özgürlüğü kapsamında ele alınabilecek bir başka mesele de vicdani ret ile ilgili doğmaktadır. Türkiye, iç hukukunda vicdani reddi tanımamakta ve buna sivil bir alternatif sunmamaktadır. Vicdani retçiler cezai kovuşturmaya uğrayarak, üç yıla kadar hapis cezasıyla karşılaşmaktadır. Bu kişilerin serbest bırakıldıklarında da aynı süreçle karşı karşıya kalmaları ve yeniden hak ihlaline uğramaları geçmiş yıllarda yaşadığımız gerçekliklerden biridir. AİHM de bu durumla ilgili olarak sözleşmenin 6. Maddesinde yer alan adil yargılanma hakkı ile ilgili Türkiye’nin ihlalde bulunduğu kararına varmıştır. Uluslararası Af Örgütü vicdani retçiyi vicdanı ya da inancı nedeniyle askerlik hizmetini yapmayı, ya da savaşta ve silahlı çatışmalarda herhangi şekilde doğrudan veya dolaylı yer almayı ret eden kişi olarak tanımlamaktadır.Bu husus, AİHM gündeminde Temmuz 2011’de verilen Bayatyan/Ermenistan Kararı ve Kasım 2011’de verilen Erçep/Türkiye Kararında da düşünce özgürlüğü ve inanç özgürlüğü bağlamında değerlendirilmiş ve AİHS’nin düşünce,inanç ve din özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mevzuatımızda vicdani reddin düşünce ve inanç özgürlükleri kapsamında değerlendirmeye alacak bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu sorunun derhal çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Geçtiğimiz hafta, vicdani retçi Enver Aydemir’in tutuklanması ve vicdani reddin bir hak olması talebiyle 21.01.2010 yılında yapınla bir basın açıklaması nedeniyle, halkı askerlikten soğutma suçu isnadıyla 2011 yılından bu yana yargılamaları devam eden Halil Savda, Mehmet Atak, Fahri Fatih Tezcan ve Ahmet Aydemir hakkında atılı suçun oluşmadığı gerekçesiyle beraat kararı verilmesi ifade ve düşünce özgürlüğü adına umut verici bir gelişme olmuş ise de, ‘herkes bebek doğar hiç kimse asker doğmaz’ sloganlarının soruşturulup yargılamaya konu yapılması düşünce ve ifade özgürlüğü hakkının ihlal edildiği gerçeğini ne yazık ki değiştirmemektedir.  

 

Ülkemizde düşünce, din ve inanç özgürlüğü bağlamında yaşanan hak ihlallerinin vücut bulduğu başka bir kesimi ise Alevi vatandaşlar oluşturmaktadır. Alevi vatandaşlar her platformda zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, Alevi köylerine cami yapılmamasını, Madımak otelinin utanç müzesi olmasını, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını, Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını ve eşit yurttaşlık haklarını talep ederlerken, yargının son dönem kararları bu anlamda olumsuzdur. Alevi vatandaşların çocuklarının zorunlu din dersinden muaf tutulmaları talebiyle yaptıkları başvurunun reddedilmesi nedeniyle İdare Mahkemelerine götürdükleri davalar AİHM’nin Hasan-Eylem ZENGİN Türkiye kararından sonra kabul edilip Danıştay tarafından onanırken, geçtiğimiz yıl itibariyle Danıştay tarafından görüş değişikliğine gidilerek belirtilen davalar reddilmeye başlanmıştır. Bu durum düşünce, din ve inanç özgürlüğü bağlamında geriye gidişin ne yazık ki başka bir örneğidir.

 

Ülkemizde tutukluluk istisnai bir tedbir olarak görülmemektedir. Sıkça uygulanan bir tedbir olan tutukluluğun uzun süreli olması, bu surette adeta bir ceza tedbiri görünümünü alması durumunu 2012 yılında da yaşamaya devam ettik. Tutukluluk süreleri kapsamında yaşanan bu belirsizlik adalet beklentisini, yargılama süreci sırasında da zedelemeye devam etmektedir.  Bireylerin bu şekilde hak kaybına uğramaları yanında, birçok kişinin uzun süreli tutukluluk hali cezaevlerindeki kişi sayısını oldukça arttırmış bu da cezaevinde yaşam koşullarını olumsuz yönde etkileyen unsurlara katkıda bulunan bir husus daha yaratmıştır.

Uzun tutukluluk ve yargılama süreleri yanında, hak arama araçlarına etkin erişimleri sağlanamayan bireylerin yaşadıkları sorunlar da yargılama süreçlerine ilişkin bir başka sorunu teşkil etmektedir. Özellikle toplumda ikinci plana itilen kadın ve çocukların yaşadıkları insan hakkı ihlallerine etkili çözümler sunulamamasıyla sık sık karşılaşılmaktadır. Son yıllarda giderek artan kadın cinayetleri karşısında yetkililerin yetersiz kalması giderek artan insan hakkı ihlallerine yol açmaktadır. Bir kadının korunma talebine karşılık yetkililerce “en fazla ölürsün” şeklinde bir tepki ile karşılaşmış olması ve geçtiğimiz günlerde öldürülmesi de bu anlamda yaşadığımız umut kırıcı durumlardan biridir. Kadın ve çocukların yargılama sürecinde de ikinci plana itildiği ve bu surette korunmadan yoksun kaldıkları hatta yaşam haklarının dahi hiçe sayıldığı vakıalar yaşanmaktadır. Bunun en yakıcı örneği ise kamuoyunda ‘utanç davası’ olarak bilinen Mardin’de 13 yaşındaki N.Ç’nin aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu 32 kişi tarafından cinsel istismara uğraması ile ilgili yapılan yargılamanın sonucunda verilen karar Türkiye’nin İnsan hakları karnesinde ve vicdanlarda derin yaralar açmıştır. Yine, yakın zamanda ilimizde yaşanan bir yargılamada; cinsel taciz mağduru bir kadının cinsel taciz sanığına hakaret ettiği iddiasının Mahkemece sübuta erdiği kabul edilerek, hem cinsel taciz mağduruna hem de cinsel taciz sanığına aynı ceza verilerek ‘böylesi ancak Türkiye’de görülür’ denecek bir karara ne yazık ki imza atılmıştır. Mağdurun bu hükme yönelik hak arama yolunun kapalı olması da ne yazık ki savımızı destekleyen bir örnek olarak yaşanmıştır.

Bireylerin kendi mağduriyetlerini kendilerinin gidermeye çalıştığı, kendi sorunlarına kendilerinin çözüm ürettiği bir tablo oluşturmaktadır. Faili meçhul ölümlerin soruşturma makamlarınca yüzeysel bir şekilde ele alınışı sonucu, mağdur yakınlarının kendi olanaklarıyla çözüm bulma arayışına girdiklerini ve kendi yakınlarının kemiklerini kendilerinin kazı yapma suretiyle bulmaya çalıştıklarını basından elde ettiğimiz bilgilerle öğrenmekteyiz. Kişileri kendi olanaklarıyla çözüm aramaya yönelten bu süreçte yine basın aracılığıyla öğrendiğimiz şekliyle intiharın bile bir çözüm yolu olması olgusuyla karşılaşıyoruz.

Yakın zamanda basına yansıyan asker ölümleri de dikkat çekmek istediğimiz konulardan biridir. TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı 28 Kasım 2012 tarihli açıklamasında  son iki buçuk buçuk yılda 175 er ve erbaş, son 10 yılda ise toplam 934 erbaş ve erin intihar ettiğini bildirdi. Mazlum-Der İstanbul Şubesi Asker Hakları Komisyonu da 6 Aralık 2012’de yaptığı açıklamayla 2012 yılı itibariyle 42 askerin şüpheli ölümüne dikkat çekmiştir. Açıklamaya göre, intihar ettiği söylenen askerlerin 42’sinden 39’unun Kürt kökenli, 1’inin Ermeni, 2’sinin Türk kökenlidir. Tümü askeri alanda gerçekleşen bu faili meçhul ölümlerin intihar olarak kabul edilerek sebepleri araştırılmamaktadır. Bu konu yetkililerce çözüme kavuşturulmalıdır.

Açıklığa kavuşturulması gereken bir başka mesele de geçtiğimiz yıl yaşadığımız Uludere olayı ile ilgilidir. Geçtiğimiz yılın 28 Aralık gününde Şırnak ili Uludere ilçesi Roboski köyü yaylasında 34 sivilin TSK’ya ait savaş uçaklarının bombardımanı sonucunda ölmüş, olayın araştırılması ve faillerin gün yüzüne çıkması için TBMM bünyesinde İnsan Hakları Uludere Alt Komisyonu kurulmuş ancak halen bir sonuca varılıp vatandaşların adalet beklentisi karşılanamamıştır. Konuya ilişkin sorumluların ve faillerin açıklanmasının giderek uzadığı süreç bir takım tepki mekanizmalarını canlandırmaktadır, Roboski köyünde yaşayan ve olayda hayatını kaybedenlerin yakınları olan kimselerce 28 Aralık 2012 tarihine kadar herhangi bir sonuca varılamadığı takdirde köylerini terk edeceklerinin açıklanması da bu tepkilerden biridir. Devletin en temel insan hakkı olan yaşam hakkı ile ilişkili olan bu olayı aydınlatması toplum nezdinde adalet inancının ve beklentisinin karşılanması noktasında oldukça önem taşımaktadır. Herkesin barış hakkını deneyimleyerek, adaletli bir toplum içinde yaşama talebi de bu noktada önem kazanmakta ve insan hakları kaygısı taşıyan vicdanları bu ve benzeri olaylar için sesimizi yükseltmeye yöneltmektedir. 

Tüm bunlar yanında toplum nezdinde özel ihtiyaçları temeliyle gruplaşan özel grupların haklarının da insan hakkı anlayışıyla değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu anlamda toplumun en korunmasız grubunu oluşturan çocukların haklarının korunması da insan hakları konusunda dikkatlerin üstünde toplanması gereken bir başka konudur. Barınma, sağlık, eğitim gibi en temel insan haklarının yanında çocukların çalışma hayatına erken atılması da üzerinde düşünülüp, yaşlarına ve ihtiyaçlarına göre çözüm yaratılması gereken bir meseledir. Ülkemizde son altı yıldır çocuk iş gücüne dair istatistiki bir çalışma yapılmamıştır, 2006 Çocuk İşgücü Araştırması’nda 6-17 yaş grubunda toplam 28 bin 978 çocuk ile görüşülmüş, bunların yüzde 5,9’unun çalıştırıldığı sonucuna varılmıştır. Çocukların hakları kapsamında mağdur ve suça sürüklenen çocuk hakları da önem taşımaktadır. Bu alanda da çocukların tekrar tekrar mağduriyetlerine yol açacak uygulamalardan kaçınmak önem taşımaktadır. Konu kapsamında önemli bir gerçeği de çocukların cinsel istismarı teşkil etmektedir. Çocuklara yönelik cinsel istismar vakalarıyla ilgili olarak 2007 yılından 2012 Temmuz ayına kadarki dönemde çocukların cinsel istismarı iddiasıyla kolluk birimlerine 29 bin 988 başvuru yapılmıştır. Diğer yıllara dair istatistikler de gözden geçirildiğinde söz konusu rakamın artarak bu seviyeye geldiği görülmektedir.

Ülkemizde lezbiyen, eşcinsel, biseksüel ve trans bireyler halen birtakım ayrımcılıklarla karşılaşmakta ve hak kaybına uğramaktadırlar. Söz konusu ayrımcılık bu bireylerin yaşamlarını idame ettirdikleri alanda temel insan haklarını deneyimledikleri süreçte yaşanmakta ve insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme ihtimallerini azaltarak toplum dışına itilmeleri ile sonuçlanmaktadır. Hukukun bahşettiği haklardan diğer toplum üyeleri gibi yararlanamayan bu bireyler, hukukun korunmasından da yoksun bir hayat sürmektedirler. Anayasa ve tüm ilgili mevzuatta cinsel tercih temelinde yapılan ve ayrımcılık yasağının yer alması bu anlamda önemlidir. Ayrıca bu bireylere yönelik nefret suçlarının dolayısıyla nefret cinayetlerinin irdelenerek önüne geçme yollarının tartışılması gerektiği insan hakları kaygısı olan bir devletin asli görevlerdendir. 

Ülkemizde yaşayan engelliler hakkında 2005’te çıkarılan 5378 sayılı yasanın ilgili hükümlerinin yürürlüğe girişi ne yazık ki bu sene de “gerekli tedbirlerin alınabilmesi” gerekçesiyle 7 Temmuz 2015’e ertelenmiştir. 2 Aralık 2012’de de bu kanunun değiştirileceğine yönelik ulusal gazetelerde tekzip edilmemiş haberler çıktı. Mevcut yasal düzenleme bile işletilmezken yeni bir yasal düzenlemeye girişilmesi karşısında engellilerin mevcut mağduriyetinin ne olacağı sorusu, insan haklarına duyarlı herkesin öncelikli bir gündem maddesi olmalıdır.

İlimizde yaşayan sığınmacıların gün geçtikçe sayısı artmakta, ancak haklara erişimleri ile ilgili sorunları sürmektedir. Türkiye’nin halen uyguladığı coğrafi sınırlama nedeniyle, Avrupa dışından gelerek ülkemize sığınan bu kişilere mülteci statüsü tanınamamakta ve dolayısıyla yaşadıkları temel sorunlara çözüm bulunamamaktadır. Sorunların çözümüne ilişkin uygulamada yaşanan mevzuat eksikliğine yönelik çözüm olarak düşünülen İltica ve Göç Yasası’nın hala meclis gündemine alınmaması sıkıntı yaratmaktadır. Suriye’deki iç savaş nedeniyle ülkemize sığınan kişilere bu anlamda ne bir statü tanınabilmekte ne de barınma, sağlık, eğitim, vb. ihtiyaçlarına insan onuruna yaraşır çözüm bulunabilmektedir. Konuya yönelik hukuksal çözüm üretilmedikçe, ülkelerindeki zor koşullardan kaçıp barış içinde yaşama ümidiyle ülkemize gelen sığınmacılara ilişkin toplumdaki algı da negatif yönde ilerlemeye devam etmektedir.

Son olarak hak ihlallerinin giderilmesi için getirilen yeni bir yoldan bahsetmeyi uygun görüyoruz. 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu ile kabul edilen Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu yani Anayasa Şikayeti, 23 Eylül 2012’de işlemeye başlamıştır. Anayasa Şikayeti, yıllardır insan haklarına duyarlı kesimlerce dile getirilen bir talep olduğundan bu yolun işler halde tutulması ülkemiz ve toplumumuz için önemli bir kazanım olacaktır. Anayasa Şikayeti yolu ile ilgili hem yurttaşların hem de hukukçuların daha iyi bilgilendirilmesi de bu yolun adil yargılamayı olumlu biçimde etkileyecek şekilde işlemesi için gereklidir. Bu yöndeki çalışmalara ülke çapında hız verilmesini temenni ediyoruz. Bireysel Başvuru’nun belirli haklar bağlamında tanınmasını ise bireylerin hak arama özgürlüklerini ülkesel bağlamda kısıtladığından ilerleyen zamanda hak ihlalleri yaşanabileceği endişesini taşıyoruz. Bu nedenle, Bireysel Başvuru yapılabilmesine olanak verilen hakların TBMM tarafından artırılarak Anayasa’ya ve ilgili yasalara eklenmesini talep ediyoruz.

Böylece 64 yıl önce bugün kabul edilen bildirge ile amaçlanan ve korunan ilkelerin tamamının ne yazık ki tehdit altında olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemiz dahilinde ve Eskişehir ili özelinde tespit etmeye çalıştığımız insan hakkı ihlalleri yanında, ülkemizin ve dünyamız savaşların ve krizlerin eşiğinde olduğu da gerçektir. Üçüncü dünya savaşı yaşanmasa da İkinci Dünya Savaşı’nda ölen insan sayısından daha fazla insan, savaş ve çatışmalarda yaşamını yitirmiştir. İnsan hakları ve demokrasi vaadiyle ülkeler işgal edilmekte ve bu sayede ülkelerin kaynakları talan edilmektedir. Ancak işgal edilen devletler hiçbir zaman vaat edilen barış ve demokrasiye kavuşamamışlardır.  Çünkü krizler gözyaşlarıyla beslenmektedir.

Bizler yaşadığımız deneyimlerden biliyoruz ki savaş; acı, yoksulluk, kan ve göz yaşıdır. Bu sebeple gerek ülkemizde gerek dünyanın herhangi bir yerinde çıkacak savaşlara karşı BARIŞ taleplerimizi bir kez daha yineliyoruz.

Savaşlar ve krizler sebebiyle, silahlanmaya aktarılan bütçelerin, İnsan Hakları bildirgesiyle korunmak istenen ilkelere; sağlığa, eğitime, bilime, sosyal haklara, kültüre, adalete, özgürlüklere  ayrılması gerektiğine inanıyoruz. Ancak ne yazık ki 2013 yılı bütçesinde bu hizmet alanlarına ve özellikle de adalet bakanlığına çok az bir payın ayrılması toplumsal gelişme ve barışın göz ardı edildiğini bir kez daha ortaya koyuyor. Oysa ki insan haklarının korunması ve geliştirilmesinde, yargı gücü ve yargısal korunma temeldir. Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı yerde, insan haklarının korunmasından ve geliştirilmesinden söz etmek mümkün değildir.

İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusundaki sorumluluk öncelikle devletlere ait olmakla birlikte, bu görev medyadan baskı grubu niteliğindeki kitle örgütlerine,  sivil toplum örgütlerine kadar tüm kuruluş ve bireylerin ortak çalışmalarını gerektirmektedir. Bu bilinçle Eskişehir Barosu İnsan Hakları Komisyonu olarak ülkemizde ve kentimizde yaşanan insan hakları ihlallerine sesiz kalmayacağımızı, ihlale uğrayan mağdurların Eskişehir Barosu İnsan Hakları Komisyonuna başvurmaları halinde, bu kişilerin yanında olacağımızı bu vesileyle bir kez daha duyurmak isteriz.

Tüm dünyada barışın temelini, özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik değerlerinin oluşturduğu; ekonomik, sosyal ve kültürel hakların vazgeçilmez olduğu ve insan haklarının özümsendiği bir Türkiye’de yaşamak dileği ile 10.12.2012

Eskişehir Barosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı

Av. Heval Yıldız Karasu

 

Web Tasarım | Eskişehir Web Tasarım